İade Borcunda Muacceliyet Vekilin Hesap Vermesi Veya Sözleşmenin Bitmesi İle Başlar
Alanya avukat olarak hizmet veren Aşıkoğlu Hukuk Bürosu, Eski Alanya Cumhuriyet Savcısı Mehmet Aşıkoğlu tarafından Alanya'da kuruldu.
alanya,hukuk,bürosu,avukat,dava,danışma,mehmet,aşıkoğlu,mehmet aşıkoğlu,savcı,eski,ceza,ticaret,haciz,alacak,borçlar,Mehemet,Aşıkoğlu,alanya,avukat,hukuk,bürosu,alanya avukat, mehmet aşıkoğlu, alanya hukuk bürosu
22513
post-template-default,single,single-post,postid-22513,single-format-standard,bridge-core-2.5,ajax_fade,page_not_loaded,,side_area_uncovered_from_content,vss_responsive_adv,vss_width_768,qode-theme-ver-14.2,qode-theme-bridge,wpb-js-composer js-comp-ver-6.4.1,vc_responsive
 

İade Borcunda Muacceliyet Vekilin Hesap Vermesi Veya Sözleşmenin Bitmesi İle Başlar

İade Borcunda Muacceliyet Vekilin Hesap Vermesi Veya Sözleşmenin Bitmesi İle Başlar

Hukuk Genel Kurulu         2017/1750 E.  ,  2019/321 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki “tapu iptali tescil, intifa hakkının terkini” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Menemen 1. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen 27.09.2013 tarihli ve 2012/857 E., 2013/641 K. sayılı karar davacı vekili tarafından temyiz edilmekle, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 14.05.2014 tarihli ve 2014/2616 E., 2014/6369 K. sayılı kararı ile,
“…Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davalı, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir.
Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
İnançlı işlemler, inananın teminat oluşturmak veya yönetilmek üzere mal varlığı kapsamındaki bir şey veya hakkını, inanılana devretmesi ve inanılanın da inanç anlaşmasındaki koşullara uygun olarak inanç konusu şeyi kullanmasını, amaç gerçekleştiğinde ise belirlenen şekilde inanana iade etmesini içeren işlemlerdir.
İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi olduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır.
İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
İnanç sözleşmesi, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır.
Açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, taraflar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı tarafın elinden çıkmış (inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) “delil başlangıcı” niteliğinde bir belge varsa 6100 sayılı HMK’nın 202. maddesi uyarınca inanç sözleşmesi “tanık” dahil her türlü delille ispat edilebilir.
Yazılı delil veya “delil başlangıcı” yoksa inanç sözleşmesinin ikrar (HMK m.188) yemin (HMK m.225 vd) gibi kesin delillerle de ispat edilmesi olanaklıdır. Davacının yemin deliline dayanması halinde mahkemenin davacıya bu hakkını hatırlatması gerekir.
İnanç sözleşmesinden doğan davalar için özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediğinden 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 146. maddesi gereğince inanç sözleşmesinden kaynaklanan davalarda zamanaşımı süresi on yıl olarak kabul edilmektedir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya gelince;
Davacı Almanya’dan davalı kardeşine para ve vekaletname göndererek kendisine taşınmaz almasını istediğini, davalı kardeşinin ise vekaletnameyi kullanmayarak gönderdiği para ile 963 parsel sayılı taşınmazı satın alarak kendi adına tescil ettirdiğini ileri sürerek tapu iptali ve tescil istemiştir. HMK’nın 33. maddesi gereğince bir davada olayları anlatmak taraflara hukuki nitelendirmeyi yapmak ise hakime ait bir görevdir. Açıklanan bu hali ile davanın hukuki niteliği inançlı işleme dayalı tapu iptali ve tescildir. Mahkemece davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir. Burada önemli olan zamanaşımı süresinin ne zaman başlayacağının tespitidir. Türk Borçlar Kanununun 149. maddesi gereğince de zamanaşımı alacağın istenebilir hale geldiği, başka bir deyişle iddiada bulunanın ferağ umudunu yitirdiği tarihten itibaren işlemeye başlar. Davacı, ferağ umudunu davanın açıldığı tarihte yitirmiş sayılacağından bu davalar için öngörülen on yıllık zamanaşımı süresi henüz dolmamıştır.
Bu durumda mahkemece işin esasına girilerek bir hüküm kurulması gerekirken zamanaşımı nedeniyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, tapu iptali ve tescil ile intifa hakkının terkini istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkili ile davalının kardeş olduklarını, Almanya’da ikamet eden müvekkilinin emlakçılık yapan davalının önerisi üzerine kendi nam ve hesabına İzmir ili, Menemen İlçesi, Koyundere Köyünde bulunan 963 parsel numaralı tarla vasıflı taşınmazı satın alması için davalıya vekâletname ve banka aracığıyla 50.000.000ETL para gönderdiğini, davalının vekâletnameyi hiç işleme sokmadan müvekkilinin gönderdiği parayla söz konusu taşınmazda Selahattin Çelik ve Hatice Polat adına kayıtlı olan 4/12 payı 22.06.1992 tarihli 1828 yevmiye numaralı satış akdi ile, yine aynı taşınmazda Reyhan Arabacı’nın 2/12 payını 17.07.1992 tarihli ve 2013 yevmiyeli satış akdi ile alarak toplamda 6/12 payı kendi adına tapuda tescil ettirdiğini, davalının kısa bir süre sonra bu hissenin intifa hakkını üzerine bırakarak çıplak mülkiyetini 25.12.1992 tarihli ve 3614 yevmiyeli işlem ile eşinin amcasının oğlu olan Sadık Gönç’e tapuda muvazaalı şekilde satış göstererek devrettiğini; para ve vekâletname göndererek kendi adına alındığını sandığı gayrimenkulün aslında vekil kıldığı kardeşinin kendi adına aldığını öğrenen müvekkilinin gayrimenkulün kendi adına devrini istediğini, ancak davalının satın aldığı payları devredeceğini söyleyerek oyaladığını, müvekkilinin ısrarları sonucunda taşınmazın çıplak mülkiyetinin 3/12 payını 14.12.1995 tarihli ve 4551 yevmiyeli satış işlemi ile müvekkiline devrettiğini, dava konusu taşınmazın hisselerinin uygulanan imar sonucu çıplak mülkiyetlerinin davalı … ve müvekkili … adına yine bu çıplak mülkiyet hisselerinin toplamı olan 6/12 payın intifa hakkının davalı … adına tescil edildiğini; davalının vekâlet görevini kötüye kullanarak kendine yarar sağladığını ileri sürerek İzmir ili, Menemen İlçesi, Koyundere Köyü, 963 parsel, 4101 ada 3 ve 4 numaralı parseller, 4220 ada 3 ve 4 numaralı parsellerde davalı … adına kayıtlı 3/12’şer çıplak mülkiyet payları ile 6/12’şer payın intifa haklarının tamamının ve 4224 ada 1 parselde 46/2401 payın çıplak mülkiyeti ile 92/2401 payın intifa hakkının iptal edilerek müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili, müvekkili tarafından vekâlet görevinin kötüye kullanılmasının söz konusu olmadığını, dava dilekçesinde belirtilen işlemlerin hiç birinde muvazaa bulunmadığını, davacının tescil talep edemeyeceğini ancak alacak talep edebileceğini, dava konusu alacak iddialarının da zamanaşımına uğradığını, davacının kandırılması ve hataya düşürülmesi suretiyle tapunun tamamının değil yarı hissesinin devredilmesi ve tapu üzerinde intifa hakkı tesis edilmesine dair iddialarının da bir yıllık zamanaşımına tabi olduğunu, tapunun alınıp tekrar davacıya verileceğine dair işlemin bir inançlı işlem olduğunu ve inançlı işlemin ancak yazılı bir sözleşme ile ispatlanabileceğini, davacının geçmiş yıllarda işlerinin takip edilmesi için müvekkiline verdiği genel vekâletnamenin dava konusu taşınmazların alımı için verildiğini davacının ispatlamak zorunda olduğunu, 1992 ve 1995 yıllarında yapılan tapu işlemlerinin hileli ve kendisini kandırmak amacıyla muvazaalı yapıldığını iddia eden davacının 1995 yılı sonrasında bile müvekkiline para gönderip işlerini takip ettirdiğini, vekil olduğu tarihten bugüne kadar davacı tarafından vekillikten azledilmemesinin açıklanmaya muhtaç olduğunu, taşınmazların alınmasıyla davacının müvekkiline verdiği vekâletnamenin bir bağlantısının olmadığını ve bu hâliyle vekâletin kötüye kullanılmasının söz konusu olmadığını belirterek, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davacının vekâlet sözleşmesine aykırı davranılarak 3/12 payın devredildiğini 14.12.1995 tarihinde öğrendiğini, davanın ise bu tarihten itibaren 818 sayılı Borçlar Kanununun 126. maddesinde vekâlet sözleşmeleri için öngörülen beş yıl içinde veya 818 sayılı Borçlar Kanununun 125. maddesinde öngörülen on yıllık zamanaşımı süresi içinde açılmadığı gerekçesiyle reddine karar verilmiştir.
Davacı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yazılan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davacı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacının ferağ umudunu, kısmi ifanın gerçekleştiği 14.12.1995 tarihinde mi yoksa dava tarihinde mi yitirmiş olacağı; burada varılacak sonuca göre davacının davasını zamanaşımı süresi içinde açıp açmadığı noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği gibi, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 33. maddesi gereği hâkim, bir davada sadece tarafların ileri sürdüğü maddi vakıalar ve talep sonuçları ile bağlı olup, dayandıkları kanun hükümleriyle ve onların hukuki nitelendirmeleriyle sınırlı olmaksızın, kanunları resen uygulayarak iddia ve savunmadaki talepleri karara bağlamakla yükümlüdür. Tabi olacakları kurallar ile etki ve sonuçlarının belirlenmesi yönünden, taraflarca dile getirilen taleplerin hukuki nitelendirmesi büyük önem arz etmektedir.
Bu doğrultuda öncelikle; inançlı işlem ve vekâlet sözleşmesi kavramları hakkında açıklama yapılmasında yarar vardır.
İnanç sözleşmeleri kaynağını 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından almaktadır.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hâllerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumda, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığına değinildikten sonra sonuç olarak; nam-ı müstear davalarının dinlenebilir olduğuna ve yazılı delil ile ispatının mümkün bulunduğuna karar verilmiştir.
İnançlı işlem, inananın (itimat edenin) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve talimatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir (Özkaya, E.: İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, Ankara 2004, s. 25).
Yargısal kararlarda ise inançlı sözleşme, inanılan tarafın elde ettiği hakkı, taraflarca güdülen amaç sona erdikten veya belirli bir süre geçtikten sonra inanana veya üçüncü kişiye devretme taahhüdünü içeren bir anlaşma olarak tarif edilmiştir (HGK, 13.5.1992 tarihli ve 1992/14-249 E, 1992/323 K ).
İnançlı sözleşme ile inanan (itimat eden) bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana (mutemede) devretmekte, borçlandırıcı bir sözleşme ile de inanılan kişinin hak ve yetkilerini sınırlandırmaktır. İnanılan hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca tekrar hakkı inanana iade etmeyi yükümlenmektedir.
İnançlı işlemler gibi bu işlemlerin hangi zamanaşımına tabi tutulacakları da Kanunumuzda düzenlenmemiştir. Gerek bilimsel alanda gerekse uygulamada, inanç konusunun iadesine, inanç konusu üçüncü kişiye devredilmiş, inanılan elinden çıkmışsa tazminat talebine ilişkin dava hakkının 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 125. maddesindeki 10 yıllık zamanaşımına tabi olduğu kabul edilmektedir.
Zamanaşımı, alacağın muaccel olduğu tarihte, başka bir anlatımla inanç konusu şeyin iadesi gerektiği tarihte işlemeye başlar. İade tarihi henüz gelmemiş inanılan, inanç konusunu elinde tutmakta haklı ise zamanaşımının başlamasına imkân yoktur (Hukuk Genel Kurulunun 15.04.2011 tarihli, 2011/13-14 E., 2011/189 K. ve 29.01.2014 tarihli, 2013/11-376 E., 2014/49 K. sayılı).
Vekâlet sözleşmesi ise mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 386. maddesinin 1. fıkrasında “Vekâlet, bir akittir ki onunla vekil, mukavele dairesinde kendisine tahmil olunan işin idaresini veya takabbül eylediği hizmetin ifasını iltizam eyler.” şeklinde tanımlanmıştır.
Vekâlet sözleşmesi ile vekil, müvekkiline karşı iş görme borcu altına girer. Bu bir hizmet edimi, geniş anlamda iş edimi, bir başkası lehine faaliyet de olabilir. Hukuki fiillere ilişkin vekâlette vekil, müvekkilinin menfaatine olarak hukuki işlemler gerçekleştirmek, özellikle subjektif haklar iktisap etmek, kullanmak ve devretmeyi yükümlenir (Yalçınduran T.: Vekalet Sözleşmesinde Ücret, Ankara 2007, s. 35).
Bu tanımlamadan vekâlet sözleşmesinin unsurları: vekilin, bir iş görme borcunu üstlenmesi; iş görme borcunun, başkasının menfaatine yapılması; iş görme borcunun, müvekkilin iradesine uygun olarak yerine getirilmesi; vekilin, edim sonucunu değil, edim fiilini üstlenmesi; vekilin, iş görme borcunu yerine getirirken bağımsız hareket etmesi; ücret (ki bu unsur zorunlu değildir) biçiminde sıralanabilir.
Kural olarak vekâlet sözleşmesinin kapsamı, Borçlar Hukukumuzun genel hükümlerine ve genel ilkelere bağlı olarak tarafların rızalarına göre belirlenir. Ancak, şahsa sıkı sıkıya bağlı hakların vekâlet sözleşmesinin konusunu oluşturması hukuken olanaklı değildir. Sözleşme özgürlüğü ilkesi gereği bu emredici kural dışında kalan her konuda vekâlet sözleşmesi yapılabilir. Eğer, tarafların iradeleri sözleşmenin kapsamının belirlenmesi konusunda yol gösterici değil ise veya sözleşmede bu hususa değinilmemiş ise BK’nın 388. maddesinin 1. fıkrasının düzenlemesine göre sözleşmenin kapsamı sözleşmenin ilişkin olduğu (taalluk eylediği) işin niteliğine göre belirlenecektir.
Eldeki davanın çözümünde özellikle vekilin, vekil edene “hesap verme borcu” üzerinde durulması gerekmektedir.
BK’nın 392. maddesinin 1. fıkrası hükmü uyarınca, müvekkilin istemi hâlinde vekil, vekâlet sözleşmesi konusu olan ve yapmış bulunduğu işin hesabını ona vermek durumundadır. Bu borç, sözleşmenin kurulması ile doğar ve mutlak surette sözleşmenin ifasına bağlı değildir, hâlin icabına göre sözleşmenin sona ermesinden sonra da devam edebilir.
Hesap verme borcu, vekilin göreviyle ilgili mali konularda, daha açık bir anlatımla aldığı mal veya paralar, yaptığı harcamalar hakkında ve aldığı avans ve masrafları nerelerde kullandığı hususlarında hesap vermek ve buna ait belgeleri müvekkile ibraz etmek zorunluluğunu getirir. Bu, bir anlamıyla sadakat borcunun gereği olarak bilgi vermek yükümünün de bir türüdür.
Hesap verme borcu vekilin başkasına ait bir iş görmesinin doğal sonucudur; gerçekten, işi görülen kimsenin (müvekkilin) işe başlanıp başlanmadığını, işin nasıl yürütüldüğünü ve sonuçlandırıldığını bilmeye ihtiyacı vardır.
Böylece hesap verme borcu, geniş anlamında, genel bir bilgi verme yükümlülüğü olarak kendini göstermektedir. Vekil sadece işin sonunda değil, yürütülmesi sırasında da durumdan müvekkile bilgi vermek zorundadır.
Vekâlet sözleşmesinde vekilin hesap verme borcu, vekâlet sözleşmesinin kurulmasıyla birlikte doğup; işin vekil tarafından yürütülmesi sırasında ve sona ermesinde devam eder. Sözleşmenin ifa edilmiş olmasına bağlı bir husus değildir. Ayrıca, gerektiğinde, bu borç, vekâlet sözleşmesinin sona ermesinden sonra da devam etmektedir. Öyle ki, vekâlet sözleşmesi sona erdikten sonra, müvekkil, vekilden hesap vermenin yinelenmesini isterse, vekil, bu borcu tekrar yerine getirmek durumundadır. Ancak, bu durumda müvekkil, vekilin bu hususta yaptığı masrafları ve bu iş için harcadığı emeğin ücretini vekile verecektir.
Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya gelince; davacı dava dilekçesinde ve 27.09.2013 tarihli ön inceleme duruşmasında davalıyı dava konusu taşınmazı satın alması konusunda vekâletname ile yetkilendirdiği ve para gönderdiği hâlde davalının taşınmazı kendi adına satın aldığı iddiasıyla tapu iptali ve tescil talep ettiği dikkate alındığında somut olayda inanç sözleşmesinden kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemi değil, vekâlet sözleşmesinin kötüye kullanılması nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteminde bulunulduğu Hukuk Genel Kurulunca kabul edilmiştir.
Gelinen bu noktada zamanaşımı kavramı ve vekâlet sözleşmesinde zamanaşımı süresi uygulaması hakkında kısa bir açıklama yapmak yerinde olacaktır.
Özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir.
Zamanaşımı, kanunun belirlediği süreler içerisinde hakkın kullanılmaması sebebiyle dava ve icra kabiliyetini, karşı tarafın defii ile kaybettiren ve haklar üzerinde etki yapan kanuni sukut sebebidir. Borcun zamanaşımına uğramasıyla alacak sona ermeyecek alacaklının dava yolu ile alacağını elde etme imkânı ortadan kalkacaktır. Bir başka ifade ile borç eksik bir borç (doğal borç=obligatio naturalis) hâline gelecektir.
Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda devlet kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması, onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik zamanaşımı defini ileri sürmesi gerekir. Aksi hâlde zamanaşımı defii hâkim tarafından resen dikkate alınamaz. Bu konuda BK’nın 140. maddesinde ‘Müruruzaman dermeyan edilmediği surette hakim, müruruzamanı kendiliğinden nazara alamaz.” hükmüne yer verilmiştir.
Zamanaşımına tabi bir borcun varlığı, borcun muaccel olması, borcun muaccel olduğu tarihten başlayarak kanundaki belirli sürenin geçmesi olarak sayılabilir. Ancak bu üç şartın bir araya gelmesiyle birlikte zamanaşımı süresi gerçekleşmiş olur ve zamanaşımı defini öne süren davalı, davacının alacak hakkının doğmuş olduğunu, ancak zamanaşımına uğradığı için edimi ifa etmek zorunda olmadığını ifade etmiş olur ve böylece davanın reddini sağlayabilir.
Hemen belirtmelidir ki zamanaşımı süresinin geçtiğini ileri süren borçlu (davalı), aynı zamanda bu sürenin dolduğunu da kanıtlama yükü altındadır.
Kanunda hangi hakların zamanaşımına uğrayacağı, hangilerin uğramayacağı belirli bir sistem hâlinde düzenlenmiş değildir. Mevcut hukuk düzeni ve mevzuata göre, borçlar, ticaret, eşya ve kamu hukukundan kaynaklanmış olsun bütün alacaklar zamanaşımına tabidir.
BK’nın 125. maddesinde zamanaşımının kapsamı ve süresiyle ilgili genel bir hüküm sevk edilmiştir. Bu madde hükmüne göre; “Bu kanunda başka bir suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir.” denilmiştir.
BK’nın 128. maddesinde sözleşmeden doğan alacak haklarında zamanaşımı, ilke olarak alacağın muaccel olduğu anda işlemeye başlar denilmek suretiyle vurgulanmıştır. Temerrüt tarihi bu bakımdan önem taşımaz
Buradaki “muacceliyet” kavramı, alacaklı tarafından talep ve dava edilebilir hâle gelmiş olma anlamını taşıdığından, öncelikle doğmuş bir alacağın varlığı gerekir.
Ancak, alacağın muacceliyeti bir ihbar şartına bağlı ise zamanaşımı bu ihbarın yapılabileceği andan itibaren işlemeye başlar. Gerçekten, BK’nın 128. maddesine göre, müruruzaman alacağın muaccel olduğu zamanda başlar, alacağın muacceliyeti bir ihbar vukuuna tabi ise müruruzaman bu haberin verilebileceği günden itibaren işlemeye başlar.
BK’nın 101. maddesi gereğince, borcun muaccel olması, ifa zamanının gelmiş olmasını ifade eder. Borcun ifası henüz istenemiyorsa, muaccel bir borçtan söz edilemez.
BK’nın 74. maddesi gereğince borcun yerine getirilmesi bir süreye bağlanmamışsa, borcun doğumu ile birlikte alacak “muaccel” olur.
Eğer borcun ifası vadeye bağlanmışsa, alacaklı için zamanaşımı vadenin geldiği tarihten itibaren işlemeye başlar.
Vadeye tabi olmayan iade borçlarında (vedia, bir servetin idaresine ilişkin vekâlet gibi) borç akdin yapıldığı tarihte değil, bu ilişkinin sona erdiği tarihten itibaren başlamaktadır. Bu bakımdan zamanaşımının da, ilişkinin sona erdiği tarihten başlaması gerektiği doktrinde de baskın görüş olarak kabul edilmektedir.
Kanun koyucu BK. 128. maddede zamanaşımının başlaması için borçlunun temerrüde düşürülmesi esasından ayrılarak, alacağın muaccel olmasını yeterli görmüştür.
BK’nın 125. maddesine göre aksine bir hüküm bulunmadıkça, alacaklar ilke olarak on yıllık zamanaşımına tabidir. BK’nın. 126. maddesinde bu ilkenin istisnası düzenlenmiştir. Buna göre bazı alacaklar beş yılda zamanaşımına uğrar.
Vekilin aldıklarını verme borcunun konusu para ise, BK’nın 393. maddesinin 2. fıkrasına göre, vekil zimmetinde kalan paranın faizini de vermeğe mecburdur (Tandoğan, H.: Borçlar Hukuku, cilt II, sh.506-508).
Vekâlet sözleşmesinde vekilin aldıklarını müvekkile iade etmesine ilişkin olan verme borcu ve müvekkilin bunları talep hakkı, BK’nın 126. Maddesi dördüncü fıkrası hükmüne göre vekâlet sözleşmesinden doğan tüm alacaklar gibi beş yıllık zamanaşımına tabi bulunmaktadır.
Sözleşmeden doğan alacaklarda zamanaşımının alacağın muaccel olduğu tarihten başlayacağı tartışmasızdır. BK’nın 74. maddesi gereğince, borcun yerine getirilmesi bir süreye bağlanmamışsa, borcun doğumu ile alacak muaccel olur, yine BK’nun 128. maddesi gereğince de zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihte başlar.
Bu anlamda ifa anının gelmesine borcun muaccel olması denilir. Alacaklı ancak bundan sonradır ki alacağını dava edebilir, alacak için zamanaşımı bu andan itibaren işlemeye başlar.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde:
Dava, vekâlet akdinin kötüye kullanılmasından kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkin olup, yukarıda da ifade edildiği üzere vekâlet sözleşmesinin en önemli unsurları arasında, vekilin hesap verme borcu gelmektedir. Vekil, yaptığı işin hesabını vermeye ve müvekkili nam ve hesabına edindiği her şeyi iade etmeye, iade edinceye kadar da almış olduğu şeyleri saklamaya mecburdur. Vekilin hesap verme borcu, vekâlet sözleşmesinin kurulmasıyla birlikte doğup, işin vekil tarafından yürütülmesi sırasında ve sona ermesinde de devam etmektedir. Bu nedenle de vekilin aldıklarını geri verme borcunda zamanaşımı vekâlet sözleşmesi sürdükçe işlemez. Bir başka deyişle iade borcunda muacceliyet, vekilin hesap vermesi veya sözleşme ilişkisinin bitmesi ile başlar (Hukuk Genel Kurulunun 2011 tarihli ve 2011/13-161 esas ve 2011/276 karar sayılı). Somut olayda, vekil sıfatıyla hareket eden davalının hesap verme borcunu yerine getirdiğine ilişkin dosya arasında herhangi bir belge de bulunmamaktadır
Hâl böyle olunca eldeki davada zamanaşımının dolduğundan bahsedilemez. Dava süresinde açılmış olup işin esası incelenerek taraf delillerinin toplanıp sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken zamanaşımı süresinin dolduğundan bahisle davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davalının davacının vekili sıfatıyla dava konusu taşınmazların temlikiyle ilgili olarak yaptığı bir işlem bulunmadığından, davada “vekâlet görevinin kötüye kullanılması” hukuksal nedenine dayanıldığının kabul edilemeyeceği, davacının davalıya para gönderdiğini belirterek inanç ilişkisine dayanmış bulunduğundan eldeki davada zamanaşımının davacının ferağ umudunu yitirdiği an olan dava tarihinde işlemeye başlayacağı, dolayısıyla davanın zamanaşımı süresi içinde açıldığına işaret eden Özel Daire bozma kararı doğrultusunda hükmün bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
O hâlde, yukarıda açıklanan değişik gerekçe ile direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde peşin temyiz harcının yatırana iadesine, aynı Kanunun 440. maddesine göre kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 19.03.2019 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY
Davacı vekili, davacının 963 parsel sayılı taşınmazı satın almak üzere davalı kardeşine vekâletname ve para gönderdiğini, ancak davalının vekâletnameyle işlem yapmadan 22.06.1992 ve 17.07.1992 tarihlerinde dava dışı kişilerden kendi adına pay satın alarak toplam 6/12 payın adına tescilini sağladığını ve sonrasında da anılan payın intifa hakkını üzerinde bırakıp, çıplak mülkiyetini 25.12.1992 tarihinde akrabası Sadık’a muvazaalı olarak devrettiğini, bilahare Sadık’ın taşınmazı davacıya temlik edeceğini belirtmesine rağmen, davalının hileyle intifa hakkı zaten kendisinde olduğu halde çıplak mülkiyetin 3/12 hissesini yine kendisi alıp, 3/12 payın çıplak mülkiyetini de taşınmazın tamamını aldığını zanneden davacıya 14.12.1995 tarihinde devrettirdiğini, davacının durumu öğrendikten sonra davalının üzerindeki yarı çıplak mülkiyet hissesinin ve intifa hakkının tamamının kendisine devrini talep etmesine rağmen davalının oyaladığını, davalının hile ve muvazaalı işlemlerle vekalet görevini kötüye kullandığını, bu arada 963 parsel sayılı taşınmazın kısmen imar uygulamasına tabi tutulması sonucu 4101 ada 3, 4; 4220 ada 3, 4 ve 4224 ada 1 sayılı imar parsellerinin oluştuğunu ileri sürerek; belirtilen çekişmeli taşınmazlarda davalı adına olan çıplak mülkiyet payları ile intifa haklarının iptali ile davacı adına tescili isteğinde bulunmuştur.
Bilindiği üzere; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 33. maddesinde öngörülen “Hâkim, Türk hukukunu resen uygular” hükmü uyarınca, bir davada hukuki nitelendirmeyi yapma görevi hâkime aittir. Hâkim, tarafların hukuki nitelendirmeye ilişkin beyanlarıyla bağlı değildir. Taraflar, olayları (maddi vakıaları) bildirmekle yükümlü olup, hâkim bildirilen maddi vakılara uygun yasal düzenlemeyi tayin ve tespit ederek uygulamakla görevlidir.
Hemen belirtilmelidir ki; taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşmelerin (satış, bağış, trampa, vb) geçerli olabilmesi için, Türk Medeni Kanunun 706., Türk Borçlar Kanunun 237. (Borçlar Kanunun 213.) ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörüldüğü üzere akdin resmi şekilde yapılmış olması gerekir. Diğer taraftan; tapu sicilinin tutulmasının prensiplerinden biri tescil, diğeri sicilin aleniliği (güvenilirliği), bir diğeri Hazinenin kusursuz sorumluluğu, sonuncusu ise geçerli bir hukuki sebebinin bulunması, yani kaydın illetten mücerret olmamasıdır.
Öte yandan; 05.02.1947 tarih ve 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile “takma ad davalarının dinlenebileceğine ve yazılı kanıt ile tanıtlanmasının uygun olacağına”; 07.10.1953 tarih ve 8/7 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile de “davacının, bir bağıt ilişkisinin varlığı savı ile tapu kaydının kendi adına düzeltilmesini istiyebilmesi için aralarında MK.nun 634. maddesine uygun biçimde bir bağıtın (akdin) var olması gerektiğine; bu biçimde bir bağıtın var olmadığı, davacının beyanından anlaşılırsa kanunun var olmadığını kabul ettiği bir durumun ispatının da yargılıkça (mahkemece) düşünülemeyeceğine” karar verilmiştir.
Somut olayda; davacı, gönderdiği para ile taşınmazın satın alındığını, gerçek malik kendisi olduğu hâlde davalı adına sicil kaydı oluşturulduğunu ileri sürdüğüne göre, iddiasının tapu siciline yönelik olduğu tartışmasız olup, böylesi bir iddianın da 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamında değerlendirilmesi gerektiği kuşkusuzdur. Her ne kadar, davacının davalıyı vekil tayin ettiği tarafların kabulünde ise de; davalının, davacının vekili sıfatıyla çekişmeli taşınmazların temlikiyle ilgili olarak yaptığı bir hukuki işlem bulunmayıp, dava dilekçesinde belirtilen iddialarla tapu kaydına karşı açılan böylesi bir davada “vekalet görevinin kötüye kullanılması” hukuksal nedenine dayanıldığından söz edilemez. Yukarıda değinildiği gibi, taşınmazların satışının resmi şekilde yapılması geçerlilik şartı olup, tapu sicilinin tutulması prensiplerinden olan tescilin, geçerli bir hukuki sebebinin mevcut olması gerekir. Davacı, bir taraftan dava konusu taşınmazın alımı için davalıya para gönderdiğini belirterek inanç ilişkisine dayandığı gibi; bir taraftan da, çekişmeli taşınmazı kendisinin satın aldığını ve gerçek malik olduğunu ileri sürmek suretiyle, davalı adına tescile ve bu tescilin dayanağı resmi satış sözleşmesine karşı çıkarak, anılan akdin geçersiz olduğunu, farklı bir ifadeyle, resmi akde karşı “tarafta muvazaa” iddiasına dayanmakta olup; böylesi iddiaların, anılan İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince yazılı delille ispatlanması zorunludur. Oysa, vekâlet görevinin kötüye kullanıldığı iddiası, usulüne uygun elde edilmiş her türlü delil ile kanıtlanabilir. Yine, 07.10.1953 tarih ve 8/7 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında karı-koca arasında görülen somut olaya benzer nitelikteki davalarla ilgili olarak yapılan “..davacılar karılariyle vekalet akti münasebetleri mevcut olduğunu usulün 293 üncü maddesine dayanarak şahit ile de ispat edebilirler. Yalnız bu münasebetin mevcudiyetinin ispat edilmiş olması kendilerine gayrimenkullerin namlarına tescilini mahkemeden talep salahiyetini bahşetmez, ancak taahhüte muhalif hareket etmiş olmaktan dolayı vekile tazmin mükellefiyeti tahmil olunabilir…” şeklindeki açıklamalarda da, davacının vekalet ilişkisine dayanarak vekilin üçüncü kişiden edindiği taşınmazlar hakkında, adına tescil talep edemeyeceği vurgulanmaktadır. Zaten aksi kabulün, vekilin kendi adına edindiği taşınmazlar bakımından mülkiyet hakkının müvekkilinin tehdidi altında tutulması, başka bir deyişle vekilin edindiği taşınmazları hakkında müvekkilin aralarındaki vekalet ilişkisine dayalı olarak mülkiyet hakkına yönelik dava açabileceği ve bunun her türlü delille kanıtlanabileceği sonucunu doğurur ki, bunun anılan yasal düzenlemeler ve İBK karşısında kabul edilebilir olmadığı açıktır.
Öyle ise, gerek taşınmazlarda temliki işlemlerde resmi şeklin geçerlilik şartı olması ve tapu sicilinin tutulması prensipleri, gerekse 05.02.1947 tarih ve 20/6 Sayılı ve 07.10.1953 tarih ve 8/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları uyarınca “taşınmazların bedeli ödeyen kişiden başkası adına işlem yapılarak bu başkası adına tescil edildiği iddiası, iddianın ileri sürülüş biçimi ve maddi vakıalara göre, “inançlı işlem-inanç sözleşmesi” “nam-ı müstear” veya “akdin tarafında-isimde muvazaa-taraf muvazaası” olarak nitelendirilip, buna göre değerlendirme yapılmalıdır. Nitekim vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil davalarında verilen kararların temyizen incelenmesinde görevli olan Yargıtay Yüksek 1. Hukuk Dairesi’nin öteden beri istikrarlı biçimde süregelen yerleşmiş içtihatlarında da “müvekkilin taşınmaz alımı için satış bedelini gönderdiği ve tayin ettiği vekilinin, vekâlet görevini kötüye kullanarak taşınmazı kendi adına tescil ettirdiği” şeklindeki iddialarla açılan tapu iptal ve tescil davaları, “inançlı işleme veya taraf muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davaları” olarak nitelendirilerek değerlendirme yapılmaktadır. (Emsaller: Yargıtay 1. HD’nin 26.12.2005 tarih ve 12473-13753 sayılı, 22.05.2006 tarih ve 4130-5812 sayılı, 22.11.2018 tarih ve 2016/348 Esas-2018/14790 Karar sayılı ilamları)
O hâlde; eldeki davada, dava dilekçesinin içeriği ve iddianın ileri sürüş biçimi itibariyle, “inanç sözleşmesine dayalı olarak tapu iptali ve tescil ile intifa hakkının terkinin istenildiği” sonucuna varılarak değerlendirme yapılmalıdır.
Bu bağlamda, direnmeye konu uyuşmazlık dava zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplandığına göre, inanç sözleşmelerinden kaynaklanan davalarda özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediğinden 6098 sayılı Türk Borçlar Yasasının 146. maddesi uyarınca zamanaşımının belirlenmesi gerekir. Anılan maddede “kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir” hükmü öngörülmüş olup; aynı Yasanın 149. maddesinde de “zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Alacağın muaccel olmasının bir bildirime bağlı olduğu hâllerde, zamanaşımı bu bildirimin yapılabileceği günden işlemeye başlar” şeklinde zamanaşımının başlangıcı düzenlenmiştir. Yerleşik Yargıtay içtihatları uyarınca inanç sözleşmesine dayalı davalarda zamanaşımının “ferağ umudunun yitirildiği” tarihten itibaren başlayacağı vurgulanmakta olup, esasen anılan bu husus yerel mahkemenin de kabulündedir. Ancak, Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında somut olayda ferağ umudunun yitirildiği tarihin tespiti bakımından uyuşmazlık bulunmaktadır.
Dosya içeriği ve toplanan tüm delillerden; dava konusu taşınmazla ilgili olarak davalı tarafından davacıya yapılan bir temliki işlem bulunmadığına göre kısmi ifadan söz edilemeyeceği gibi, davalının ifayı gerçekleştirme yönünde veya davacının ferağ talebinin reddine dair bir bildirimi veya eyleminin bulunduğu da iddia edilmiş değildir. Hatta davalı vekili cevap dilekçesinde, davacının en fazla sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre alacak davası açabileceğini, alacak iddialarının da işlem tarihlerine göre zamanaşımına uğradığını belirtmiştir. Davacı, dava dilekçesinde davalının kendisini temlik konusunda oyaladığını dile getirmiştir. Dosya kapsamında davacının ferağ umudunu dava tarihinden önce yitirdiğine ilişkin hiçbir delil ve emare bulunmamaktadır. Öyleyse, davacının dava tarihine kadar inanç sözleşmesi uyarınca mülkiyet hakkını edinebilme konusunda umut taşıdığının kabulü gerekir.
Hâl böyle olunca; yukarıda değinilen yasal düzenlemeler ve davanın niteliği ile açıklanan somut olayın özellikleri itibariyle, davacının ferağ umudunu yitirerek eldeki tapu iptal ve tescil davasını açtığı, farklı bir anlatımla dava tarihi itibariyle ferağ umudunu yitirdiği ve böylece zamanaşımı süresinin dolduğundan sözedilemeyeceği gözetilerek mahkemece işin esasının incelenmesi gerekirken zamanaşımı nedeniyle davanın reddine karar verilmesinin doğru olmadığı düşüncesiyle direnme kararının Özel Daire bozma kararı doğrultusunda bozulması görüşünde olduğumdan, sayın çoğunluğun değişik gerekçeyle bozma kararına iştirak edemiyorum.

Buraya tıklayarak diğer makale, örnek karar ve dilekçelerimize ulaşabilirsiniz.

No Comments

Sorry, the comment form is closed at this time.

EnglishGermanRussiaFinlandIran Hemen Arayın