09 Eyl Usul Ekonomisi İlkesi
- Genel Olarak
6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 30. maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesi uyarınca hakim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.[1]
Usul ekonomisi ilkesi çerçevesinde davaların, ivedilikle sonuçlandırılması devletin görevi olduğu gibi, makul sürede yargılanma hakkı da adil yargılanma hakkının bir unsurudur, dolayısıyla birey bakımından bir pozitif statü hakkıdır. Diğer yandan, devlet kişilere mahkemeler aracılığı ile hukukî koruma sağlayarak adlî bir hizmette bulunmaktadır. Örneğin dava şartı olan harç ödemesi usul ekonomisi bakımından mahkemelerin iş yükünü azaltmayı amaçlamaktadır(HMK Md. 119). Şöyle ki; harçların alınma amaçlarından biri, kişilerin kötü niyetli olarak yargıya başvurmalarını önlemektir. Yargının gereksiz başvurular nedeniyle aşırı yükün altında kalmasının önlenmesi, dolayısıyla yargı işlevinin etkili bir şekilde yerine getirilebilmesi için bireylerin mahkemeye ulaşma hakkını zorlaştırmamak şartıyla harç alınması gerekmektedir.[2]Bu sebeple fazla harç alınması veyahut gereksiz harç alınması ile yargı yoluna başvuruyu zorlaştırmak arasında denge mekanizmasının etkin olarak kullanılması gerekmektedir.
Bu çalışmada ise, Yargıtay, Bölge Adliye Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararları ile usul ekonomisi ilkesi pekiştirilmeye ve usul ekonomisi ilkesinin ölçütlerine açıklık getirilmeye çalışılmıştır.
- Yüksek Mahkeme Kararlarında Usul Ekonomisi İlkesi
Bölge Adliye Mahkemesi’nin bir kararında tarafları aynı olan ve aynı ilamdan kaynaklanan alacakların aynı takip dosyası üzerinden harcı yatırılarak tahsilinin mümkün olduğuna, makul ve kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın ayrı takip başlatılmasının usul ekonomisine aykırılık teşkil edeceğine yer verilmiştir.[3]
Yine Bölge Adliye Mahkemesi’nin bir kararında davanın tarafları arasında akdedilmiş sözleşme uyarınca davalı firma tarafından ödenmesi gereken bir harç veyahut giderin derdest davada davacı taraf üzerine bırakılması halinde, hakimin haksız ve gereksiz gider yapılmamasını sağlama yükümlülüğünün ihlal edildiğine dolayısıyla davacı tarafın söz konusu giderin davalı firma tarafından ödenmesi için açacağı davanın usul ekonomisine aykırı olmayacağına yer verilmiştir.[4]
Bölge Adliye Mahkemesi’nin bir kararında görevsizlik kararı verilmeden önce mutlak surette dava dilekçesinin davalı tarafa tebliğ edilmesi gerektiğine, aksi halde usul kanunlarına ve hukuki dinlenilme hakkına aykırılık oluşacağına, ancak görevsizlik kararının yerinde olması sebebiyle hükmün kaldırılıp usuli işlemin yerine getirilmesinin sağlanmasın da geriye dönük bir yarar sağlamayacağına ve usul ekonomisi ilkesinin amacına da uygun düşmeyeceğine yer verilmiştir.[5]
Bölge Adliye Mahkemesi’nin bir kararında belirsiz alacak davası olarak açılmış bir davada, davacı vekiline dava miktarını ıslah için süre verilmediğine, bu işlemin hukuka ve hukuki dinlenilme hakkının amacına aykırı olduğuna, yerel mahkemenin gerekçeli kararında ek davayla bakiye alacakların talep edilmesi mümkün olduğundan, hak kaybının söz konusu olmayacağı kanaatine vardığına ancak ek davanın zamanaşımı def’i ile karşı karşıya kalabileceğine, kaldı ki bu işlemin usul ekonomisi ilkesinin amacına uygun düşmeyeceğine yer verilmiştir.[6]
Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında, hukuki meselenin çözümündeki güçlük, maddi olayların karmaşıklığı, delillerin toplanmasında karşılaşılan engeller gibi kriterler dikkate alındığında karmaşık sayılabilecek nitelikte olmakla birlikte başvurucunun tutum ve davranışlarıyla yargılamanın uzamasına sebebiyet vermediği göz önünde bulundurulduğunda yargılamanın 9 yıl sürmesinin usul ekonomisi ilkesinin amacına ve adil yargılanma hakkına aykırı olduğuna yer verilmiştir.[7]
Yine Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında, başvuru sahibi tarafından bireysel başvuru ve öncesinde katlanılan masrafların, yerel mahkemece davanın esası hakkında karar verilen miktarla kıyaslandığında makul bir gider olduğuna yer verilmiştir.[8]
Yargıtay’ın bir kararında, davada taraf olmayan 3. kişinin davacıdan dava konusunu devralması ile yargılama aşamasında her zaman davada taraf sıfatını kazanacağı kabul edilmiş olması karşısında hali hazırda davada davacı olarak bulunmayan 3. kişiye davada taraf (davacı) sıfatını kazanabilme imkanın tanınmasının usul ekonomisi ilkesine uygun düşeceğine yer verilmiştir.[9]
- Sonuç
Sonuç olarak, usul ekonomisi ilkesinin, hukuki meselenin çözümündeki güçlük, maddi olayların karmaşıklığı, delillerin toplanmasında karşılaşılan engeller gibi kriterler dikkate alındığında karmaşık sayılabilecek nitelikte olup olmadığı, bununla birlikte başvurucunun tutum ve davranışlarıyla yargılamanın uzamasına sebebiyet verip vermediği dikkate alınarak belirlenmesi gerektiğine, dolayısıyla her somut olay açısından farklılık arz ettiği ancak AHİS ve Anayasa kapsamında koruma altına alınan adil yargılanma hakkının ihlalinde baz alınan ölçütlere aykırı olmayacak şekilde uygulanması gerektiği kabul edilmektedir.
[1] İstanbul BAM 3. HD., 04.05.2018 T., 2018/832 E., 2018/508 K.; “Görev, dava şartı olup, resen ve yargılamanın her aşamasında hakim tarafından dikkate alınmalıdır. Somut olayda, iddianın ileri sürülüş şekline göre, davacıların tacir sıfatı bulunmadığı gibi, satıma konu yerin konut olduğu da anlaşılmaktadır. TTK 4. maddesinde mutlak ticari dava tanımında geçen davalardan olmadığı gibi, her iki tarafın tacir sıfatı da bulunmadığı için, somut davanın ticari dava niteliğinde olmadığı açıktır. O halde; genel mahkeme olan Asliye Hukuk Mahkemesinde bu davanın görülmesinin temini için resen ve HMK 138. maddesi ve bu maddede belirlenen, gerektiğinde tarafların dinlenmesi yolundaki düzenleme ve HMK 114. maddesindeki dava şartları birlikte değerlendirildiğinde, davaların, yine HMK 30. maddesi çerçevesinde hakim tarafından makul bir süre içerisinde ve düzenli biçimde yürütülmesi ile gereksiz gider yapılmasının önüne geçilmesi yolundaki düzenleme dikkate alınarak verilen kararda herhangi bir hukuka ve yasaya aykırılık görülmediğinden, buna yönelik davalının istinaf talebinin reddi gerekmiştir.”
[2] Tüketici İşlemlerinden Doğan Uyuşmazlıkların Çözümü Usulü, Yrd. Doç. Dr. Evrim Erişir, s. 111-112
[3] İzmir BAM 8. HD., 20.04.2018 T., 2018/1782 E., 2018/841 K.; “HMK’nın 30. maddesinde “hakim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür” şeklinde usul ekonomisi ilkesi getirilmiştir. Tarafları aynı olan ve aynı ilamdan kaynaklanan alacakların aynı takip dosyası üzerinden harcı yatırılarak tahsili mümkündür. Makul ve kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın ayrı takip başlatılması, usul ekonomisine aykırılık teşkil edecektir. Somut olayda, Çanakkale 1. İcra Müdürlüğünün 2016/3387 Esas sayılı takip dosyasına konu ilam ile Ankara 8. İcra Müdürlüğünün 2014/23779 Esas sayılı takip dosyasına konu ilamın aynı olmadığı, her iki takip dosyasının dayanağı olan ilamların farklı olması nedeniyle ilamın bölünmesinin veya mükerrer takip yapılmasının söz konusu olmadığı, Sağlık Bakanlığı kadrosunda hemşire olarak görev yapan davalının, 14/03/2016 tarihinde Ankara’dan Çanakkale’ye atanması karşısında, nafakanın artırılmasına ilişkin ilamı, Çanakkale 1. İcra Müdürlüğünün 2016/3387 Esas sayılı takip dosyasına konu etmesinin usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil etmediği, ilk derece mahkemesince takibin iptaline karar verilmesinin usul ve yasaya uygun olmadığı anlaşılmıştır”
[4] İzmir BAM 14. HD., 27.02.2018 T., 2018/79 E., 2018/229 K.; “Davacının davalı şirketin ihtarları uyarınca sözleşmenin ifasının temini için davalı şirket temsilcisine vekaletnamede verdiği halde, sözleşmenin 3. maddesi uyarınca, sözleşme uyarınca kendisine düşen C-Blok’a ilişkin yapı kullanma izin belgesi (iskan ruhsatı) alımının, masraflarının da davalı yükleniciye ait olduğu sözleşmede düzenlenmiş olmasına rağmen davalı yüklenici tarafından bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi üzerine davacı tarafça eldeki davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
6100 Sayılı HMK’nın ”Usul ekonomisi ilkesi” başlığını taşıyan 30. maddesi, ”Hakim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesinin ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.” hükmünü; aynı kanunun ”Hukukun uygulanması” başlıklı 33. maddesi ise, ”Hakim, Türk hukukunu resen uygular.” hükmünü düzenlemektedir.
Davacının, dava dilekçesinde ileri sürdüğü hususlar ve dosyaya yansıyan beyanları ile davacının, davalı ile aralarında akdetmiş oldukları inşaat sözleşmesine istinaden, kendisine isabet eden bağımsız bölümlerin bulunduğu (sonradan satmış olmakla birlikte), 640 ada, 331 parsel üzerinde bulunan C-Blokta yer alan 6 adet bağımsız bölüme ilişkin, sözleşmenin 3. maddesi uyarınca yapı kullanma izin belgesi (iskan ruhsatı) alma ve masraflarını karşılama yükümlülüğü davalı şirkete ait olmasına rağmen davalı şirket tarafından yapı kullanma izin belgesi (iskan ruhsatı) alımının davalı tarafça yerine getirilmemesi nedeniyle, bu izin belgesi (iskan ruhsatı) alımının masraflarının davalı şirket tarafından karşılanmasının, dolayısıyla masrafı kendisinden karşılanmaksızın temini için, yukarıda açıklanan HMK’nın 30 ve 33. maddeleri kapsamında eldeki davasını açmış olduğu anlaşılmıştır.”
[5] İstanbul BAM 17. HD., 31.01.2018 T., 2018/49 E., 2018/138 K.; “Açıklanan nedenlerle, mahkemece tüketici Mahkemesinin görevli olduğu gerekçesiyle verilen karar doğrudur. Ancak, dava dilekçesinin davalı tarafa tebliğ edilmeden karar verilmesi usul Kanununa uygun düşmemektedir.6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunun 27. maddesinde hukuki dinlenilme hakkı ve 2/a bendinde ise yargılama ile bilgi sahibi olunması hukuki dinlenilme hakkının içerisinde sayılmıştır. Bu anlamda, davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilmiş olduğunun kabulü gerekecektir. Ne var ki, mahkemece verilen görevsizlik kararının yerinde olması ve hukuki dinlenilme hakkının önlenmesi amacı ile hükmün kaldırılıp, bu usulü işlemin yerine getirilmesin de geriye dönük olarak bir yarar sağlanamayacağı gibi HMK 30. maddede düzenlenen usul ekonomisi ilkesine de uygun düşmeyeceğinden bu konudaki yanılgıya değinilmekle yetinilmiş ve davacının mahkemenin görevli olması ile ilgili istinaf nedenleri yerinde kabul edilmediğinden istinaf başvurusunun reddine karar vermek gerekmekle aşağıdaki hüküm kurulmuştur.”
[6] İzmir BAM 9. HD., 10.05.2017 T., 2018/831 E., 2018/500 K.; “Dosyanın incelenmesinden; yerel mahkemenin yargılama sırasında dava konusu alacak kalemlerinin hesaplanması için dosyayı hesap bilirkişine tevdii ettiği, bilirkişi tarafından düzenlenen rapora taraf vekillerince itiraz edildiği ve dosyada yeniden bilirkişi incelemesi yapılmasının talep edildiği, ancak mahkemenin 05.09.2016 tarihli celsede; tekrar bilirkişi incelemesi yaptırılması talebinin sonuca etkili olmayacağı gibi davayı uzatacak nitelikte gördüğünden, taraf vekillerinin tekrar bilirkişi incelemesi yapılması taleplerini reddettiği, bunun üzerine davacı vekilinin ıslah dilekçesini sunmak için mehil verilmesini istediği, fakat mahkemenin aynı celsede davacı vekilinin ıslah dilekçesi sunmak için mehil isteği talebini de “HMK’daki düzenlemeler doğrultusunda sırf bu yüzden duruşma talik edilemeyeceği” gerekçesiyle reddettiği ve taleple bağlı kalarak, 05.09.2016 tarih 2015/735 Esas, 2016/339 Karar sayılı kararını tesis ettiği anlaşılmıştır.
Yerel mahkeme ek davayla bakiye alacakların talep edilmesi mümkün olduğundan, hak kaybının söz konusu olmayacağı kanaatine de ulaşıldığını gerekçesinde belirtmiştir. Ancak bunun pratik olmayacağı açıktır. Ek davanın zamanaşımı def’i ile karşılaşma ihmali ayrıca yeni bir dava olan ek davada usul hükümlerinin baştan itibaren uygulanacağı dikkate alındığında ıslah yolu ile hakka ulaşmanın daha pratik olduğu açıktır. Ek dava hakkın elde edilmesinde davacı tarafa ekstra yükler yüklemektedir. Bu da 6100 sayılı HMK’nın 30. maddesine aykırıdır.”
Emsal Karar İçin Bkz. İzmir BAM 9. HD., 10.05.2017 T., 2017/156 E., 2017/501 K.
[7] AYM 1.B., 08.12.2016 T., 2014/12191 B.; “Başvurucu yaklaşık dokuz yıl süren yargılamada makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.. Medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin yargılamaların makul sürede sonuçlanmadığı yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesince makul sürede yargılanma hakkının adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olduğu kabul edilerek bir davadaki yargılama süresinin makul olup olmadığının tespitinde davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususların dikkate alınacağı belirtilmiş (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 34-59) ve bu kapsamda yapılan incelemeler sonucu makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine yönelik kararlar verilmiştir (Gülseren Gürdal ve diğerleri, B. No: 2013/1115, 05/12/2013; Semira Babayiğit ve diğerleri, B. No: 2013/3283, 19/12/2013; Haydar İzgi, B. No: 2012/673, 19/12/2013).
Başvuru konusu olay, tüketici mahkemesi sıfatıyla asliye hukuk mahkemesinde açılan itirazın iptali davasına ilişkindir. 18/06/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile 6100 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine göre yürütülen, medeni hak ve yükümlülükleri konu alan somut yargılama faaliyetinin makul süre değerlendirmesi için başlangıcı, uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama süresinin işletilmeye başlandığı tarih olup (Güher Ergun ve diğerleri, § 50) bu tarih, somut başvuru açısından 13/7/2005’dir.
Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, § 52). Somut başvuru açısından bu tarih, Yargıtay 19. Hukuk Dairesince karar düzeltme isteminin reddedildiği 07/04/2014’tür.
Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesi neticesinde başvurucuya karşı 13/07/2005 tarihinde açılan davada Mahkemece 06/12/2005 tarihinde davanın kısmen kabulüne karar verildiği, bu kararın dava konusu olayla bağlantılı ceza davasının sonucunun beklenmesi gerektiği gerekçesiyle bozulması üzerine ilgili ceza davasının bekletici mesele yapıldığı, 19/3/2013 tarihinde bireysel başvuruya konu ikinci kararın verildiği, Yargıtay 19. Hukuk Dairesince 11/12/2013 tarihinde bu hükmün onandığı, başvurucunun karar düzeltme talebinin ise aynı Dairenin 7/4/2014 tarihli ilamı ile reddedildiği ve hükmün bu tarih itibarıyla kesinleştiği anlaşılmıştır. Dolayısıyla uzun süre bekletici mesele yapılan ceza dosyasının sonucunun beklenmesiyle geçirilen yargılama süreci yaklaşık dokuz yılda tamamlanmıştır.
Başvurunun değerlendirilmesi sonucunda başvuruya konu itirazın iptali davası; hukuki meselenin çözümündeki güçlük, maddi olayların karmaşıklığı, delillerin toplanmasında karşılaşılan engeller gibi kriterler dikkate alındığında karmaşık sayılabilecek nitelikte olmakla birlikte başvurucunun tutum ve davranışlarıyla yargılamanın uzamasına sebebiyet vermediği göz önünde bulundurulduğunda somut başvuru açısından farklı karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı ve yaklaşık dokuz yılda sonuçlanan yargılama süresinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.”
[8] AYM 1.B., 17.11.2016 T., 2014/774 B.; “Somut olayda başvurucuların katlanmak zorunda kaldıklarından şikâyet ettikleri yargılama giderleri, idare tarafından açılan kamulaştırma bedelinin tespiti ve tescil davasına ilişkin yargılama sürecinde ortaya çıkmıştır. Başvurucular, vekilleri vasıtasıyla davaya katılmışlar ve yargılama sürecine aktif olarak dâhil olmuşlardır. Somut başvuruya konu kamulaştırma bedelinin tespiti ve tescil davası sonunda Mahkeme, yargılama giderlerini davacı idareye yüklemiş ancak başvurucu ve davacı idarenin vekille temsil edilmeleri nedeniyle karşılıklı olarak birbirlerine 1.200 TL vekâlet ücreti ödemelerine karar vermiştir. Öte yandan yargılama sürecinde başvurucular yaptıkları temyiz ve karar düzeltme talepleri sonucunda 24,30 TL temyiz onama harcına, 50,45 TL karar düzeltme harcına, reddedilen karar düzeltme talebi nedeniyle de 219 TL para cezasına katlanmak durumunda kalmışlardır.
Yargılama sürecinde İlk Derece Mahkemesinin 04/08/2010 tarihli kararının ardından başvuruculara kamulaştırma bedeli olarak 98.638 TL ödendiği, yargılama sonunda toplam kamulaştırma bedelinin 136.850 TL olarak kesinleştiği bununla birlikte Mahkemece başvurucular tarafından davacı idareye ödenmesine karar verilen 1.200 TL vekâlet ücretinin söz konusu kamulaştırma bedeli ile kıyaslandığında makul bir miktar olduğu, ayrıca karşılıklı ödenmesine karar verildiğinden başvuruculara da aynı miktarda vekâlet ücreti ödendiği göz önünde bulundurulduğunda aleyhe hükmedilen vekâlet ücretinin başvurucuların mahkemeye erişimini engelleyecek mahiyette ve oranda olmadığı kanaatine varılmıştır. Bunun yanında kanun yollarında yapılan ve yukarıda ayrıntılı gösterilen toplam 74,75 TL harç ve 219 TL para cezasının da dava sayısının azaltılması ve böylece mahkemelerin gereksiz yere meşgul edilmeksizin uyuşmazlıkları makul sürede bitirebilmesi amacı taşıdığı ve yine bu meblağların kanun yolu incelemelerine ulaşmayı engelleyecek şekilde yüksek bir miktara ulaşmadığı anlaşıldığından mahkemeye erişim hakkına yönelik açık ve görünür bir ihlalin bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
Açıklanan nedenlerle başvurucuların mahkemeye erişim hakkına ilişkin iddiaları yönünden açık ve görünür bir ihlalin olmadığı anlaşıldığından başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.”
[9] Yargıtay 3. HD., 21.02.2017 T., 2016/13540 E., 2017/1715 K.; “Taraf (davacı) sıfatı bulunmayan kişinin açmış olduğu bir davada taraf sıfatının yargılama aşamasında kazanılabilip kazanılamayacağı üzerinde de durulması gerekmektedir. Şöyle ki; yargılama aşamasında taraf (davacı) sıfatının kazanılabilmesi mümkün ise ilgiliye mevcut dosyada bu imkanın tanınması, neticesinde taraf sıfatının kazanılması halinde davaya devam edilmesi hem 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyet Anayasası’nın 141/4. maddesi ve yargılamaya hakim olan ilkelerden 6100 sayılı HMK 30. maddesi (1086 sayılı HMUK m. 77) gereğince “usul ekonomisi ilkesine” ve hem de HMK 125. (1086 sayılı HMUK m.186) maddesi “dava konusunun devri” hükümlerine uygun olacaktır.
Zira, 6100 sayılı HMK 125. (1086 sayılı HMUK m. 186) maddesi “dava konusunun devri” hükmü gereğince davada taraf olmayan 3. kişinin davacıdan dava konusunu devralması ile yargılama aşamasında her zaman davada taraf sıfatını kazanacağı kabul edilmiş olması karşısında hali hazırda davada davacı olarak bulunmayan 3. kişiye davada taraf (davacı) sıfatını kazanabilme imkanın tanınması usul ekonomisi ilkesine uygun düşer. Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde, davacı taraf iş bu dava dosyasındaki alacağını. 21. Noterliği’nin 30.04.2014 tarih ve 65894 yevmiye no ile onaylanan alacağın devri sözleşmesi ile … AŞ.’ye devretmiştir, söz konusu sözleşme dava dosyasına sunulmuş bu husus 05.09.2014 tarihli duruşma tutanağında da belirtilmiştir. Buna göre, davacı, taraf (davacı) sıfatını söz konusu temlik ile kaybetmiştir.
Bu durumda mahkemece, alacağı temlik alan …AŞ.’nin davaya devam edip etmeyeceğinin belirlenmesi, taraf sıfatını kazanması halinde davaya devam edilmesi, aksi halde taraf (davacı) sıfatı yokluğundan davanın reddine karar verilmesi gerekirken, bu husus nazara alınmadan yazılı şekilde davacı hakkında hüküm tesisi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.”
Buraya tıklayarak diğer makale örneklerimize ve dilekçe örneklerimize ulaşabilirsiniz.
Sorry, the comment form is closed at this time.