DOSYA ESAS NO :
DAVACI :
MÜŞTEKİ :
ŞÜPHELİ :
SUÇ : Eşini Öldürmeye Tam Teşebbüs
A-) Olayın Öncesi ve Olay Anının Sunumu
Şiddet adeta müştekinin vazgeçilmez bir alışkanlığı haline dönüşmüş, kişilik yapısının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Babasında “Şizoit Tip Kişilik Bozukluğu”, “Antisosyal Tip Kişilik Bozukluğu”, “Opsesif Kompulsif Tipi Kişilik Bozukluğu” olduğunu gören oğlu .M.A. babası olan müştekiyi, tedavi ettirmek yolundaki tüm girişimlerini reddetmiş, tedaviye bir türlü yanaşmamıştır.
Oysa; Adli Tıp bilimine göre bu kişilik yapısı içinde olanlar her an potansiyel tehlike yaratabilecek kişilerdir. Ne yazık ki; bu ruh hali içinde olanların bir türlü tedaviye yanaşmadıkları da tıbbi bir olgudur. Ancak adli olaylar içinde bulunmaları halinde, devlet zoruyla veya yargı gücüyle, muayeneleri sağlanabilmektedir. Bu kişilik bozukluğunun kontrolü, ailesine ve çevresine zarar vermesinin önüne geçilebilmesinin yolunun, kişinin “Vesayet Altına Alınması” ile sağlanabileceğinin düşünülmesi gerektiğine inanıyoruz. Kaldı ki bu konuda ….Sulh Hukuk Mahkemesi’ne gerekli başvuru da yapılmıştır.
Bilindiği üzere; Aile içi şiddet bütün dünyada olduğu gibi ülkemiz açısından da çok önemli bir toplumsal sorun oluşturmaya devam etmektedir. Bir çok etkene bağlı olarak ortaya çıkan ve bireyler açısından oldukça ağır sonuçlar doğuran bu şiddet türünün ele alınması gereken bir yönü de konunun ceza muhakemesi ve infaz hukuku boyutudur. Ceza muhakemesi organlarına en az yansıyan suç tiplerini aile içinde işlenen suçların oluşturduğu bir gerçektir. Zira şiddet eylemi aile içinden birisi tarafından uygulandığında bunun katlanılabilir olarak görülme oranı yükselmektedir.
Türk toplumu geleneksel ve ataerkil bir toplumdur. Bunun ekonomik, sosyal ve kültürel nedenleri vardır. Erkeğin egemen olduğu bir aile yapısı içerisinde kadın genellikle ikinci, hatta üçüncü (çocuklardan sonra) planda kalmaktadır. Başta kadına yönelik olmak üzere, aile içi şiddet olaylarına sıkça rastlanmaktadır. Bunun çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Aile bireylerinden ve çevreden çekinme, ekonomik bağımsızlığın olmaması gibi nedenlerin yanı sıra, bu tür eylemlerin kişiler bakımından olağan karşılanması, şiddeti kabullenme, hatta bir hak olarak görme gibi nedenlerde mevcuttur.
Aile içi şiddet mağdurlarının sorunları hem çok, hem de süreklidir. Adli makamlara yansıyan, özellikle kadınların akıl almaz şiddet yöntemleriyle karşılaştıklarını, mahkemelerimiz yargıçları, önüne gelen olaylar nedeniyle çok iyi bilmektedirler. Bunun yanında, bilindiği üzere, bu tür suçların gizli kalma olasılığı çok fazladır. Örneğin kocasının saldırısına uğrayan kadınlardan pek çoğu, karşı karşıya kaldıkları şiddeti, kişisel bir sorun olarak nitelendirir, kimsenin bilmesini istemez, polise dahi gitmez.
Genel eğilim odur ki, karakollara yapılan bu tür başvurularda “Karı koca arasına girilmez”, ”Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin”, “Kocadır, sever de, döver de!” diyen geleneksel söylemlerden yaklaşılır ve şiddet mağduru kadınlar hepten çaresizliğe mahkum edilir. Sonuç olarak; Evlilik yalnızca özel yaşam alanı olmayıp, demek gerekirse toplumun bir parçası olması nedeniyle toplumsal yaşam yönü de vardır. Şiddet evliliğin doğal bir kısmını oluşturamaz ve toplumsal yön ihmal edilerek şiddet mağduru asla yalnız bırakılamaz. (Kaynak: Türkiye’de Aile İçi Şiddet, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ceza Hukuku ve Kriminoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi, Beta Yayınları, İstanbul – 2003)
B- Müvekkilimizin Eyleminin Kast Yönünden Nitelendirilmesi
Bilindiği üzere; doktrin ve tatbikatta kastın tarifinde bazı kıstaslar tespit edilmiştir. Bunlar:
1- Olayın nedeni, 2- Suçta kullanılan vasıta, (önemli) 3- (İradi olarak husule getirilmek şartı ile)yara yeri, 4- Yaranın mahiyeti, 5- Darbe adedi, 6- Ateşli silahlarla işlenen suçlarda atış mesafesi ve adedi, 7- Mani sebeptir.
Genellikle fiil köklü bir husumet sebebi ile işlenmiş ise, yara hayati bölgede ve hayati tehlike tevlit edecek mahiyette ise, darbe taaddüt etmişse ve fiil mani sebeplerden dolayı tamamlanmamışsa, sanığın öldürme kastı ile hareket ettiği kabul edilmekte ve eylem öldürmeye teşebbüs olarak tavsif edilmektedir. Aksi takdirde fiil yaralama olarak kabul edilmektedir. (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, E.1984/-249, K.1985/112, T.4.3.1985, Yargıtay Kararlar Dergisi, C.12,S.2,Şubat 1986,s.275)
Diğer yandan; “Failin iç dünyasını ilgilendiren kast, sonuçlarını bilerek ve isteyerek fiili işleme iradesidir. Öldürme kastını belirleme hususunda ise öğreti ve uygulamada, suç nedeni, kullanılan vasıtanın cinsi, kullanılış şekli, isabet alınan bölge, darbe adedi ve şiddeti, failin suçtan önce ki ve sonra ki davranışları, aradaki husumet gibi bir çok kıstaslara başvurulmaktadır. Bu bakımdan sanığın kastının belirlenebilmesi için olayın kendine özgü tüm özelliklerinin göz önüne alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir.” (Kaynak: Kast ve Taksir, Ali Parlar / Muzaffer Hatipoğlu, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 10.10.2001,1-215/220 sayılı içtihadına atfen, sayfa 382, Kazancı Yayınları, İstanbul 2001)
Bu açıklamalarımızın ışığı altında, müvekkilimin eylemini değerlendirecek olursak, müvekkilimin kapıldığı panik ve korku sonucu, içinde kızgın yağ bulunan tencereyi alarak bununla kendini korumaya çalışmıştır. Müvekkilimiz öldürme kastı içinde bulunsa idi öldürücü etki doğuracak nitelikte, bıçak veya benzeri bir aleti mutfaktan alabilirdi. Bu itibarla; müvekkilimin eyleminin, yaralama kastı ile sonuçlanan bir eylem olduğunu düşünmekteyiz. Kaldı ki, olayda müvekkilimizin eylemi sırasında kullandığı ve müştekinin üzerine döktüğü kızgın zeytin yağının tek başına öldürücü bir etkisi yoktur. Bu anlamda, öldürme kastında belirtmiş olduğumuz kıstaslar arasındaki (suçta kullanılan vasıta) elverişlilik unsuru olayda bulunmamaktadır. Kızgın zeytinyağının öldürücü etkisinin söz konusu olabilmesi için, kişinin öldürme kastı içinde hareket ederek, mağduru etkisiz hale getirerek, tüm vücudunu kaplayacak şekilde yağı mağdurun vücuduna dökmesi veya ağız yoluyla boşaltılması sonucu, iç organ harabiyetiyle beraber, solunum yetmezliği sonucunu doğuracak şekilde dökülmesi halinde, kızgın sıvının öldürücü etkisi olabileceğinden bahsedilebilir. Oysa, müvekkilimiz müştekinin kendisine saldırıda bulunması üzerine, her iki tarafında mobil halde bulunduğu sırada fevren, öldürücü etkisi olan bir bıçak veya benzeri alet almaksızın, rasgele, kendini koruma iç güdüsüyle, tenceredeki zeytin yağını müştekinin üzerine serpmiştir.
Bu görüş ve düşüncelerimizin de aşağıda sıraladığımız içtihatlar ışığında mahkemenizce değerlendirileceği inancındayız.
“Öldürmeye teşebbüs – yaralama suçu ayrımı”;(…hayati tehlike durumu ve işten kalma süresi ile toraksa nafiz olduğu açıklanan bıçak darbesinin toraksa nüfuz derecesi, iç organda tahribat yapıp yapmadığı, yapmışsa mahiyetinin sorulup tespitinden sonra suç vasfının tayini lüzumunun gözetilmemesi…)
(1.CD., 12.12.2002. 3012-465)
“Kasta ilişkin kuşkunun lehe yorumlanması”;(…batına nüfuz eden ancak önemli bir iç organ tahribatı yaratmadan hayati tehlikeyle müterafik düzeyde 25 gün iş ve güce engel olan bıçak darbesinin bir adet olması, sanığın darbelerine aynı veya artan şiddetle devam edeceğini kabule elverişli kanıt da bulunmaması karşısında, bu yönde süreklilik kazanmış içtihatlara itibar edilerek kasta ilişkin kuşkunun lehe yorumlanması ile sanığın 765 sayılı TCY.nın 456/2., 457/1.maddelerince cezalandırılması yerine, öldürmeye tam kalkışmaktan hüküm kurulması…)
(1.CD., 30.05.2001 1204-2446)
“Eylemin yaralama vasfında kabulünün gerekmesi”;(…yumruklaşma ile başlayan karşılıklı kavga esnasında bıçağı rasgele sallayarak savunma refleksi içindeki mobil hedef konumundaki mağduru kol ve iç organlarda hasar oluşturmayacak tarzda göğüs bölgesinden yaralayan sanığın bu koşullardaki eyleminin yaralama olarak kabulü…)
(1.CD., 14.02.2001, 3103-533)
“Öldürmeye teşebbüs-yaralama kastı ayrımı”;(…husule getirilen yaraların yüzeysel olup iç organlara nafiz olmaması, hayati tehlike teşkil etmemesi ve rapor kapsamı dikkate alındığında, sanıkların darbelerini iç organlara nüfuz edecek şiddette yapmayarak ölüm sonucu husulünden kaçındıklarının anlaşıldığı…)
(1.CD., 25.05.2001, 2372-2341)
“Öldürme kastının kesin olarak saptanamaması”;(…mağduru 35 yerinden yaralama fırsatı bulan ve 34 bıçak darbesinde şiddetle vurmayı tercih etmeyen sanığın öldürme kastıyla hareket ettiği hususunun kesin olarak saptanamadığı kabul edilerek eyleminin yaralama suçunu oluşturduğuna ilişkin nitelendirmede isabetsizlik görülmemiş…)
(1.CD., 22.05.2001, 1158-2243)
C -) Müvekkilimin Eyleminin Yasal Savunma Koşulları Açısından Değerlendirilmesi
Mahkemenizce bilindiği üzere; Türk Ceza Kanununun 49. Maddesinde düzenlenen yasal savunmanın kabulü için, maddi nitelikte haksız bir saldırı bulunmalı, savunma ile saldırı eş zamanlı olmalı, savunma, saldırı devam ederken yapılmalı, savunma ile saldırı arasında uygun oran bulunmalıdır. (savunmada zorunluluk koşulu)
Yine; savunma zorunluluğu her olayın özelliğine göre tayin edilmelidir. Önemli olan, başlamış ve henüz sona ermemiş bir saldırının varlığıdır.
“Taarruzla müdafaa aynı zamanda olmalıdır. Tehlike veya tecavüzün herhalde mevcut olması lazımdır. Tehlike veya tecavüz sona ermiş ise müdafaa bahse konu olmaz; Müdafaa yolunda işlenen fiiller suç olur. Tecavüz edenin zararsız hale getirilmesi veya kaçmış bulunması hallerinde durum aynıdır. Taarruzla müdafaanın aynı zamanda olması demek taarruzun muhakkak veya henüz başlamış olması demektir.” (A.P Gözübüyük, Türk Ceza Kanunu Açılaması, Birinci Cilt, S.52, Kazancı Yayınları-Ankara)
Bu itibarla; Yasal savunma haksız saldırı da bulunana yönelik olmalıdır ve savunulan hak ile kullanılan araçlar arasında bir denge olmalıdır. Kullanılan her araç somut olayın özelliğine göre değerlendirilmelidir. Her olayda kişilerin farklı ruh hali içinde bulunmaları doğaldır. Bu nedenle kişinin ruh hali önemlidir.
Saldırı, somut gözle görülen maddi bir fiil olmalıdır. Muhtemel bir saldırıya karşı savunma yasal değildir. Saldırı ile savunma aynı zamanda olmalıdır. Saldırının hukuk düzenine aykırı olması yasal savunmayı haklı kılar. Ancak haksız saldırıya kişinin kendisi sebebiyet vermemelidir.
“Yapılan taarruz hukuka aykırı olduğu takdirde haksızdır. Taarruz edenin kusurlu bulunup bulunmaması müdafaanın meşruluğu bakımından önemli değildir. Gerçekte meşru müdafaa halinde suç bulunmadığından bir kusur aramaya da yer yoktur.” (A.P Gözübüyük, Aynı eser, Birinci Cilt, S.520)
Bu açıklamalarımızdan yola çıkarak; şüpheli sanık vekili olarak, müvekkilimin; olayın oluşu içinde, saldırının müştekiden kaynaklandığını, müvekkilimizin kapıldığı korku, panik içindeyken, müştekinin eylemini tekrar edeceği düşüncesiyle ve müvekkilimizin içinde bulunduğu ruh hali nedeniyle, eş zamanlı olarak yaptığı eyleminin, muhtemel bir saldırıyı ortadan kaldırmak amacıyla eylemde bulunduğunu ve bu eyleminin de yasal savunmayı düzenleyen TCK’nun 49. maddesindeki suç tipine uyduğu ve bu suçun unsurlarına uygun düşen eylemi hakkında da TCK’nun 49. maddesinin uygulanması gerektiğini düşünmekteyiz.
Bu görüşümüzü destekler nitelikte ve müvekkilimizin eylemi ile örtüştüğüne ilişkin içtihatlarını da ayrıca mahkemenizin takdirlerine sunuyoruz.
“…bıçaklı saldırı ve yaralama eylemlerinin mutlak suretle önlenmesi ve etkisiz kılınmasının zorunlu hale gelmesi, ne zaman kesileceğinin belli olmaması, cana kast eder nitelikte ve nefse yönelik olması sanığı yasal savunma konumuna sokmuş olması ve devam eden saldırının hangi aşamada önlenebileceği bilinemeyeceğinden saldırının, devamından başka türlü kurtulması mümkün olmadığı dosyadaki delillerden anlaşılmakla…”
(1.CD. 24.12.1999, 3224-4448)
“…ortada hiçbir neden yokken saldıran maktulün, yandıktan sonra yeniden ve daha şiddetli bir biçimde saldırması kuvvetle muhtemeldir. Tekrarından korkulan saldırı söz konusudur. Nefse yönelik saldırının tekrar edilmesi tehlikesi bulunduğundan tecavüz henüz önlenememiştir. Sanık, “Yandım” diyerek başka bir odaya giden maktulün gelerek kendisini öldüreceği korkusuyla hemen peşinden odaya gitmiş ve onu öldürmüştür. Bu nedenle olayda yasal savunma sınırları aşılmamış ve fiil yasal savunma koşulları içerisinde işlenmiştir.” (Tekrarından korkulan saldırı söz konusu olduğundan, saldırının sürdüğü kabul edilmelidir)
(CGK. 18.2.1991, E.1/4-K.39)
“… maktulün bıçakla yaptığı saldırı karşısında sanığın içinde bulunduğu ruh hali birlikte değerlendirildiğinde; Olayda sanığın tamamen yasal savunma şartları içinde hareket ettiği ve savunmada aşırılığa da kaçmadığının kabulünde zorunluluk olduğu halde TCK’nın 49. maddesi yerine, 50. maddesi uygulanarak cezalandırılmasına karar verilmesi…”
(.CD. 17.6.1996, E.1996/851, K.1996/2290)
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.11.1990 tarih ve E.1-254, K.277 sayılı kararında, ceza hukuku bakımından, haksız tahrik kavramını şu şekilde tanımlamıştır.
“Tahrik; Ceza Hukuku bakından, ‘Bir kimseyi suç işlemeye yöneltme, teşvik etme ve bu kişinin iradesi üzerinde yapılan etki sonucu bu kişinin suç işleme doğrultusunda harekete geçirilmesidir. Failin haksız bir fiilin doğurduğu öfke veya elemin etkisi altında hareket ederek bir suç işlemesidir. Bu halde fail, suç işleme yönünde önceden bir karar vermeksizin, dışarıdan gelen etkinin, psikolojik durumunda yarattığı karışıklığın sonucu olarak suçu işlemeye yönelmektedir.”
Bu tanımdan yola çıkıldığında mahkemenizce de bilindiği üzere;
Haksız tahrik, failin, haksız bir fiilin doğurduğu öfke ve elemin etkisi altında hareket ederek suç işlemesidir. Haksız tahrik hükümlerinin uygulanabilmesi için;
Bu itibarla; Yasal bir indirim nedeni olan tahrik, Ceza Hukuku açısından, failin haksız bir fiilin yarattığı gazap veya elemin etkisi altında hareket ederek, bir suç işlemesidir. Bu halde; fail haksız bir fiilin doğurduğu öfke veya elemin tesiri altında, suç işleme yönünde önceden bir karar vermeksizin, dışarıdan gelen bir etkinin, ruhsal yapısında yarattığı karışıklığın sonucu olarak suç işlemeye yönelmektedir.
Bu açıklamaların ışığı altında müvekkilimizin eylemi değerlendirildiğinde, uzun yıllara dayanan ve olay öncesine kadar süren, sürekli bir şekilde müvekkilimiz üzerinde, müşteki tarafından uygulanan eziyet ve şiddetin yarattığı ruhi durumun ve olay anındaki müştekinin sergilediği davranışın, bütünüyle değerlendirildiğinde müvekkilimizin ağır tahrik koşulları altında eylemde bulunduğu, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde, yeterli inandırıcı tüm delillerle doğrulandığı ve desteklendiği inancını taşımaktayız.
Özellikle; müvekkil üzerinde uygulana gelen baskı ve şiddetin örneklerini mahkemenizde bir vicdanı kanaat oluşturması bakımından da son derece önemsediğimizden, yaşanmış olguları sunmakla, fiilin değerlendirilmesi ve vicdani kanaat oluşturması bağlamında zorunlu gördüğümüzden, bu olguları sıralıyor ve siz Sayın Mahkeme Yargıçlarının takdirlerine sunuyoruz.
Bu cümleden olarak müştekinin kişiliğini sergileyen davranışlarının, müvekkilimizin eylemini değerlendirmede bir turnusol görevini taşıyacağına inanıyoruz.
Bu bakımdan katılanın, müvekkilime karşı uyguladığı şiddet, baskı nedeniyle antisosyal kimliğinin sergilendiği davranışlara ilişkin olarak, yaşanılan örneklerden bazılarını sunuyoruz.
Müştekinin aile içine dönük olarak sergilediği buna benzer, müşteki ve çocuklarına yaşattığı sayılamayacak kadar davranış ve eylemleri olmuştur. Müştekinin antisosyal kişiliğinin ve depressif ruh halinin bir örneği olarak da şu örneğin verilmesinde, müştekinin ruh yapısını değerlendirme de çok önemli olduğuna inanıyoruz. Olayın ertesinde müvekkilimizin içinde bulunduğu ruh haliyle, ağır travma sonucu uğradığı psikolojik rahatsızlığının tedavisi sırasında, …. Devlet Hastanesi psikiyatri uzmanı Dr.M.B., müştekinin kardeşi tarafından doktora hitaben “Sen H.’yı neden tedavi ediyorsun, sen onu iyileştir, iyileştir bakalım!” diye üstü kapalı bir şekilde tehdit etmiştir.
İlgili uzman, psikiyatrist ve halen …. Devlet Hastanesi’nde görevli olan Dr.M.B., gerek müşteki, gerekse yakınlarını daha önce tedavi etmiş olması nedeniyle, belirtmiş olduğumuz konularda bilgisi olduğu gibi, müştekinin davranışlarının “Şizoit Tip Kişilik Bozukluğu”, “Antisosyal Tip Kişilik Bozukluğu”, “Opsesif Kompulsif Tipi Kişilik Bozukluğu” içinde bulunup bulunmadığı konularında, mahkemece bilirkişi olarak dinlenmesi halinde, belirtmiş olduğumuz hususlar tıbbende doğrulanacak ve desteklenecektir.
E- Olay Tutanağı ve Müşteki Hakkında Düzenlenen Raporun Adli Tıp Yönünden Değerlendirilmesi
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 12.11.1990 tarih ve 1990/1-250 Esas, 1990/276 sayılı kararında belirtilen “Konunun uzmanının katılmadığı rapora dayanılarak hüküm kurulması yasaya aykırıdır.” şeklindeki içtihadı bu görüşümüzü tam ve eksiksiz bir şekilde desteklediğini görmekteyiz.
Konunun uzmanı olmadığı halde kesin rapor düzenleyen hariciye hastalıkları uzmanı Op. M.K.’ın raporu içeriğinde, müştekinin yüzünde meydana gelen yanıkların toplamından yola çıkarak, müştekinin hayati tehlike geçirdiği yorumunda bulunmuş olması da son derece vahimdir. Kaldı ki, müştekinin hayati tehlike geçirdiğinden bahsedildiği halde, yoğum bakım ünitesinde tedavisi bile yapılmamıştır.
Toplam yanıkların yanık, oranı en üst haddi üzerinden toplandığında bu toplamın, yanık yüzdesi içinde %21 oranında olduğu görülür.
Dilekçemiz ekinde sunduğumuz adli tıp konusunda yetkin Prof.Dr.Oğuz Polat, Prof.Dr.Şemsi Gök, Prof.Dr.Hamit Hancı ’ nın bilimsel kitapları ve yayınları içeriğinden anlaşılacağı üzere hayati tehlikeden bahsedilebilmesi için 2. derece yanığın %25’in üzerinde olması halinde kişinin hayati tehlike geçirmiş olduğunu bilimsel yetkinlikle sergilemişlerdir.
Bu itibarla; müştekideki yanıkların toplamı bu tespitlerin altında kalması nedeniyle hayati tehlikeden bahsedilemeyeceği gibi, iş ve gücünden kalma süresi 7 gündür. Rapor düzenlemeye yetkili olmayan hariciye uzmanı, ayrıca kesin raporda bunu belirtmediği gibi kuşku yaratacak şekilde hastanın 45 gün iş ve gücünden geri kalacağını bildirmiştir. Oysa 45 günlük süre mutat iştigal değildir. Tıbben iyileşme süresidir. Bilindiği üzere Ceza Davalarında önemli olan mutat iştigal ve iş gücü kaybıdır. Olayımızda tüm yanıkların toplamı en yüksekten hesap edildiğinde %14’tür. Bu da hayati tehlike sınırının çok altındadır.
Bu açıklamalarımızın ışığı altında demek gerekirse; müvekkilimizin tutuklanmasında, açıklıktan yoksun jandarma tutanağı ve konunun uzmanı olmayan bir doktor tarafından verilen, bilimsellikten uzak, yanlış rapor sonucu, müvekkilimizin tutuklanmasına neden olmuştur.
Hatta denilmek gerekirse adalet yanlış yönlendirilmiş ve bu yanlışlık üzerinden iddianame tanzim edilmiştir.
SONUÇ VE İSTEM:
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız maddi olgular, savunmayı destekler nitelikteki mevcut deliller, ekte sunduğumuz belgeler ışığı altında, müvekkilimizin eyleminin Türk Ceza Kanununun 49.maddesinde belirlenen suç tipine uyduğu, mahkemenizce kabul görmediği takdirde ise eyleminin yaralama suçunu oluşturduğu düşüncesindeyiz.
Ceza Hukuku maddi gerçekliği araştırmak zorundadır. Dosya içinde bulunan tüm delillerin mahkemenizce en iyi şekilde değerlendirileceği inancıyla, müvekkilimin içeride kaldığı süre, delillerin toplanmış oluşu, delillerin karartılma olanağının ortadan kalkışı, tutukluluğun bir tedbir oluşu, müvekkilimizin geçirmiş olduğu ağır travma sebebiyle tedavi görmesi gerektiğinin zorunluluğu, 1 Haziran’da yürürlüğe girecek olan 5237 yeni Türk Ceza Yasasının tutukluluk süreleri ve verilecek cezaların şahsileştirilmesi bağlamında 61 ve ilgili hükümlerinin siz Sayın Mahkeme Yargıçlarına geniş takdir hakları tanıyan hükümleri yanında, Mahkemenizce savunmalarımızın değerlendirilerek, en adil kararın verileceği inancıyla müvekkilimin kefaletle veya koşulsuz olarak tahliyesine karar verilmesini dilemekteyim.
Saygılarımla.
Şüpheli tutuklu sanık
Vekili
SÖZLEŞME TÜRLERİ Hukukumuzda sözleşme serbestisi ilkesi olduğu için tarafların kanunda tamamlanmamış bambaşka sözleşmeler yapma veya…
KAT MÜLKİYETİ DAVALARI 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu (KMK), Genel Hükümler, Kat Mülkiyetinin ve Kat…
Nişanlanma, evliliğin kurulmasından önceki aşamayı oluşturur. Herhangi bir şekli şart gerekli değildir. Tarafların herhangi bir…
Yargılamanın lehe yenilenmesi sebeplerinden birisi; yemin verilerek dinlenmiş olan bir tanık veya bilirkişinin hükmü etkileyecek…
Frågor att ta hänsyn till vid ansökan om uppehållstillstånd i Turkiet Inledning Under de senaste…
Eserin ayıplı olması, eserin sözleşmeye göre sahip olması gereken niteliklere sahip olmaması halidir. Bu da,…